5 Mart 2009 Perşembe

Haftanın Orantısızı, Perşembemin İçi

Bugün, Pangaltı'daki Pist galerisinde asistanlık yapan arkadaşım Elif'e, çalışmalarında o günlük yardım etmek üzere yanına gittim. Bütün gün birlikte, 44000 adet ve 176 kiloluk, Mart ayı List broşürlerini derleyip dağıtım için kargoya verdik.

Dönüşümüzde ise daha Harbiye dolmuşundan inemeden, 100 metre öteden, Kadıköy vapurunu kılpayı kaçırışımı izledim. O an için, saat de, kaçırdığım vapurun şekli de önemsiz gelse de, önceki günden beri ikibuçuk saatlik uykuyla olmamdan ötürü, bu sahneye şahit olmam, içimdeki tetiklenmeye hazır bezginliği dürtüvermişti.

Elif ile iskele önünde biraz lafladıktan sonra, 1.40'lık jetonumu alıp, topuklarından mekânın mermerlerinde ses çıkaran Harley Davidson'larımla ağır ağır ilerleyerek, iki geçiş kapısının orta duvarındaki, üç kişilik oturma yerlerinin en soluna çöküverdim. Bir sonraki sefere daha 23 dakika vardı. Durumu haber vermek için, hem eve, hem sevgilime mesaj yazmaya başladım. Sonuncu mesajı bitirip, gönder tuşuna basıp, kafamı kaldırdığım anda Ferhan Şensoy'u gördüm. Üç metre ötemden dibime doğru yaklaşıyordu. İşte tam o sıra göz göze geldiğimizde, az kalsın kendimi tutamayıp beyefendinin suratına; "Sheeee... Shieee... Shiieee... ... Shiiie..sie..." diyecektim neredeyse, her attığı adımda.

Çünkü tam olarak dokuz gün önce "Pardon"u, ilk kez izlemiştim. Ayrıca TRT için hazırlayacağı animasyonlarda yardımlaştığım bir başka arkadaşım Sedef de, bir haftadır "Kalemimin Sapını Gülle Donattım" kitabını okuduğundan, hatta ordan Nazım Hikmet'e de zıpladığından ve Şensoy'un kendisinden bahsedip duruyordu. Hem de vapurdan indikten sonra telefondan öğreniyorum ki Sedef daha dün kendi tabiri ile, tiyatrosunu basıp, orada üst mevkide çalışan birine Ferhan Şensoy ile ne kadar çok çalışmak istediğinden bahsetmiş. Üstüne üstlük daha bugün Elif, 11. Uluslararası İstanbul Bienali'nin yaklaşması üzerine, Şensoy tiyatrosunda açılış yapıldığından ve bir performansla başladığından bahsediyordu.

...Ve sayın Şensoy, tüm bunlar aklımdan geçerken, yeşil süet fötr şapkası, karizmatik siyah deri ceketi, açık mavi renkli, ince kumaşlı pantolonu ve altındaki ince bacakları ile karşımda duruyordu. Etrafında ise öğrencileri yaşında gençler... Onlar ile kısık kısık sohbet ediyordu. Ben ise bir an için, o ayakta ve ben oturuyorum diye duyduğum suçluluktan ötürü başımı eğmiş, kapalı sandelete benzeyen, neredeyse "cırt-cırt"lı diyeceğim siyah ayakkabılarına bakıyordum. O da, garip çıkıntılı orta boy çantasını bir benim dizime, bir de sağımdaki, telefondaki sevgilisine Salvador Dali'den bahseden kıza çarpıp duruyordu.

Benim de kalbim hızla çarpıp duruyordu, neredeyse vefat etmiş babamı görmüş gibi heyecanlanmıştım. Cebimde Pist'teki kilolarca kağıttan kalma 6 broşür duruyordu. Ayağa kalkarak;

- Ferhan bey pardon...



-...Rica etsem, bu bölgeye benim için parafımsı birşeyler iliştirebilir misiniz?

demek istiyordum, fakat içimdeki heyecan ve ceplerimdeki kalemsizlik engel teşkil ediyordu.

Birkaç dakika sonra kapılar açıldı ve ben hariç herkes acele ile belediyenin yeni tasarlayıp, halkın kullanımına taze taze sunduğu, yarışmanın 4. numaralı modeli, "Fatih" isimli vapura binmeye başladı.

Sayın Şensoy vapurun soluna ben ise sağına doğru ilerledik, fakat ikinci katta gene göz hizzasında buluştuk. O içerideydi, ben ise sigara içeceğim için, soğukta dışarıya yerleştim. Sigarımı yakıp, ellerim üşüdüğü için ikisini de ceplerime sokup, sigaramı ağzıma takmış, etrafı gözlemliyordum. İskelede bütün bekleyiş boyunca yere baktığım için, şimdi doya doya, onun çay, insanların da arada bir ondan imza alışını izliyordum. Fakat yerine oturduğunda, bir ön sırada oturan, herşeyden habersiz kadın ile sürekli göz göze geldiğimiz için kafamı karanlık denize doğru çevirip durmak zorunda kaldım. Gene de zevkliydi...

Arkamda ise orta yaşlı bir adam, neredeyse 250mm-750mm'lik objektifiyle boğazı fotograflıyordu, sonra üşüdüğü için içeri girdi o da.

Yolculuk boyunca, "Hazır yakalmışken kalkıp sayın Şensoy'dan bir anı koparsam mı?", "Yanına gidip acaba şu broşürlerden birini verip kaçsam mı?", "Ben tiyatroda oynamak istiyorum, benim elimden tutun! Lütfen! Lütfen! Lütfen!" gibi cümleler kursam mı diye düşünüp dursam da, onun yerine kuzey yıldızını ve dalgakıranlardaki sebilhane bardağı gibi tek sıra halinde dizilmiş, martı ve karga karmalarını izleyip, boğazda yankılanan ezan sesini dinleye dinleye, şiddetli rüzgâr eşliğinde Kadıköy'e kadar vardım.

Nice hayal ve planlarınız olup, hayata geçirememek ya da uygulayamamak böyle bir şey işte. Kim bilir her gün nice fırsatlar kaçırıyor, hayatımıza katabileceğimiz nice yollar kaybediyoruz.

Fakat tüm bunlar bir yana, sanatçı sevgisi de böyle bir şey; gözünüzü alamamak... Sesini çok yakından duyduğunda, yüzündeki en ince hatları inceleyebilecek kadar az bir mesafede olduğunda, sohbet edebilecek kadar erişilebilir hissedildiğinde, omzuna dokunmak bir kol uzaklığında olsa da, dokunamamak. Çünkü saygı duymak, sadece bir gülümseme ve baş eğme ile selamlaşarak, toplumun geri kalanından farklı ve şu Dünya'da bir nebze daha ayrıcalıklı hissederek evine dönmek.

Eve dönmek demişken, dolmuştan iner ayak, ön koltuktakı genç çocuğun kulaklıklarından değerli Tanju Okan'ın, "Koy, koy, koy!" parçasının başlangıcını duymak da apayrı bir zevkti bugün. O sebep oldu işte İskele
Caddesi'nden bir kaç bira alıp eve geldiğimde bu yazıyı yazmama...

Ayrıca bugün için bakılası bir site de şu;
http://folkestonetriennial.org.uk/

Sevgiler.